Hep Böyle Olacak Sandım...

 



Bir kenarda oturmuş neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Üstü başı toz içindeydi. Çıplak ayaklarına baktı. Hala şokta olduğu her halinden belliydi. Ne yaşamıştı? Neydi tüm bu olanlar? Gece yarısından tüm hatırladığı duyduğu uğultu ve çöken tavandı. Kendini dışarı nasıl attığını, nerden çıktığını hatırlamıyordu bile. Kim getirmişti onu buraya? Ya da kendi mi gelmişti? Kulakları uğulduyordu. Etraftaki bağrışmalar koşturmalar... Adeta zihni durmuştu.

Sanki bambaşka bir dünyada tek başınaydı. Uçağı bir adaya düşmüş de kurtulan birkaç kişiden biri gibiydi. Boş gözlerle etrafına baktı. İçi ürperdi. Hiçbir şey hatırlamıyordu.

Ellerine baktı, avuç içlerine. Gözleri tırnaklarının arasındaki toprağı seçti. Yerde süründüğünü hatırladı, emeklediğini...

Ne kadar zaman geçti bilmiyordu ama aklına eşi ve çocukları geldi. Neredeydi sahi onlar? Hemen telaşla fırladı yerinden. “Kocam, çocuklarım!” dedi. Şokun etkisini atmıştı bir an üzerinden. Hemen koşarak evinin bulunduğu göçük alana koştu. “Aman Allah’ım!”

Beş katlı Papatya Apartmanı’nın ikinci katında oturuyorlardı. Yan yana üç apartmandı Menekşe, Papatya ve Gül… “Aman ALLAH’ım!” dedi, başını ellerinin arasına alarak. Çığlık çığlığa ağlamaya başladı. Ayşe Teyzenin evi, Bakkal Remzi’nin dükkanı, yan apartmandan Aynur Abla...

"Kocam, çocuklarım, evim…” dedi. Sesi çıkmakla çıkmamak arasındaydı. Dizlerinin tutmadığını hissetti ve olduğu yere çöktü kaldı. Etrafında herkes koşuşturuyordu. “Kıyamet koptu galiba.” dedi. “Ama ben niye yaşıyorum?” diye aklından geçirdi. Hemen gücünü toparladı ve yıkıntıların etrafında bir giriş aradı telaşla. Ama ne mümkün….

Koskoca yan yana üç apartman, otuz daire… Sanki iskambil kağıdı gibi yerlerdeydi. Ne apartmanları, ne apartmanın önündeki bahçe ne de bahçedeki minik çardakları kalmıştı. Hüseyin Bey daha bir ay önce çardağı elden geçirmişti. Neredeyse tüm apartman kışın soğuğuna rağmen çay içmişlerdi. Ne sohbetler, ne kahkahalar atılmıştı… Herkes, tadilat için Hüseyin Bey’e teşekkür etmişti. Hiçbir beklentisi olmadan, kendisi tamir etmişti çardağı. Ama artık yoktu, çardak da apartmanları da…

Apartmanın diğer ucuna koştu. Bir giriş bulmak için çabaladı. “Kocam, çocuklarım!” dedi. Bir taraftan da bağırıyordu; “Ahmeeetttttt! Eliiiffff! Emreeeeee!” Ama etrafında herkes bağırıyordu. Bir taraftan molozların arasından bir çıkış arıyor, bir taraftan ağlıyor, diğer taraftan isimleri ile bağırıyordu.



Saatlerce molozların arasında çözüm aradı. Yanına gelenlerden yardım istedi. Kurtulanlar yardım için koşturuyordu. Tüm gece sürdü bu koşuşturma. Aradan kaç saat geçmişti bilmiyordu. Saçı başı darmadağın, eli ayağı toz içindeydi. Bir teneke içine yakılmış ateşin etrafında ısınmaya çalışıyorlardı. Ne zaman gelmişti oraya? Birinin omuzuna koyduğu battaniyeye sarıldı. Üşüdüğünü fark etti.

Yoktu. Bulamamıştı Ne eşi Ahmet’i, ne kızı Elif’i ne de oğlu Emre’yi…

“ALLAH’ım, yardım et! ALLAH’ım, yardım et!” dedi kısık sesle ağlayarak.

Sabaha kadar sürdü koşturmalar. Molozların arasından bulduğu bir çift terliği geçirdi ayağına. Hala yoktu. Hala çıkmamıştı kocası, çocukları. Bir taraftan onları arıyor, bir taraftan kurtarma işlerine yardım etmeye çalışıyordu. Bir ümit... Bulacaktı onları, çıkaracaklardı.

Sabahın ilk saatlerine doğru yorgunluktan tükenmişti. Teneke içine yakılmış ateşin etrafında ısınmaya çalışıyorlardı. İçi geçti bir an. O kısacık uyku arasında sarsıntıyı yine yaşadı. İrkilerek kendine geldi.

Gün ağarınca tüm gerçeklik gözler önüne serilmişti. Tüm mahalle yerle bir olmuştu. “Büyükannemin çocukken anlattığı ‘kıyamet’ bu sanırım.” dedi. Daha önce hiç yaşamadığı bir şeydi. Yoklardı, tüm gece seslendi, bağırdı, tırnakları ile moloz yığıntılarını kazdı ama…. Yok, yok, yok!

Görevliler koşturuyor, göçük altından insanları çıkarıyorlardı. Hem ağlıyor, hem dua ediyordu. “ALLAH’ım, yardım et! Kurtar onları. Hava çok soğuk.”

Günler günleri takip etti. Yardımlardan gelen kıyafetler, sığınacak bir çadır bulmuşlardı. Mahalleden üç aile bir çadıra sığınmışlardı. İçi acıyordu. Hâlâ ses yoktu ailesinden.  Gece uyku tutmadı. Etrafına baktı. Ne kadar ibretlik bir manzara dedi. Zenginliği ile övünen veya fakirliği ile yerinen herkes bir aradaydı. Aynı ateşin başında biri birine sarılmıştı. Aynı çadırda, aynı yemek kuyruğunda, aynı çorbadan içiyorlardı.  

Dört gün geçmişti. “Artık gerçeği kabullenmem lazım.” dedi. Ailesinden ne canlı ne ölü hâlâ ses yoktu. Evinin yanından ayrılmadan bekliyordu. Kurtarma çalışmalarına yardım ederken, bir yandan da ailesinden gelecek haberi bekliyordu. “Kurtarma ekibinden biri sesleniverse, gidip alıversem ailemi…” diyordu. “Elinden tutup çekiversem kenara.”

Ama öyle olmadı. Depremin beşinci günüydü. İlk Elif’e ulaşıldı. Sonra Emre ve babasına...

Gerçekler tokat gibi geldi yüzüne. Yan yana yatan üç cenazeye baktı. Yutkundu. Ve dilinden şu sözcükler döküldü:

“Evim olunca mutlu olacağım sandım…

Yetmedi evim, dar geldi, daha büyüğünü istedim.

Büyük evde huzur var sandım.

Sıcak duş alırken, sıcak çorba içerken, hayatım hep böyle kalacak sandım.

Ailem hep yanımda olacak, hep birlikte yaşayacağız sandım.

Her akşam evimde kitaplarımı okuyup sıcak kahvemi içeceğimi sandım.

Her sabah işe giderken selamlaştığım Ayşe Teyze’mi,

Akşam iş dönüşü sohbet ettiğim Bakkal Remzi’yi, hep hayatımda olacak sandım.

Akşamları her eve döndüğümde, eşim ve çocuklarıma sarılacağım sandım.

Her akşam aradığım annemin, babamın, hep telefonun ucunda olacağını sandım.

 

Hiçbiri öyle değilmiş meğer…

Her şey, gelip geçiciymiş meğer…

Geniş dediğim evler, ne kadar darmış meğer…

Bir döşek, bir tas sıcak çorba ne kıymetliymiş meğer…

Çocuklarımın sesleri neşemmiş meğer,

Komşumun tıkırtıları güvenmiş…

Kendimi boşuna germişim meğer…

Huzur bir servetmiş,

Kafamı taktıklarım anlamsızmış,

Hayatımdakilerin bana verdikleri değer,

Her şeyden kıymetliymiş meğer…”

 


İnsan isteklerine odaklandığında elinde olanların kıymetini fark etmez bazen. Sahip olduğunu zannettiklerinin hep onunla kalacağı yanılgısına kapılır. Öncesinde kendisine ait olmayanın sonrasında olacağına inanarak kendisini kandırır. Oysa bir şeyin başı varsa mutlaka sonu da vardır. Gelen her şey gitmek için gelmiştir. Sadece bir süreliğine oradadır. Önemli olan orada olduğu anda yapıp ettiklerimizdir.

Deneyimsel Öğreti der ki; insanın konforu imkanlarından değil, imkanlarını kullanma marifetinden kaynaklanır. İmkânlar geçicidir, oysa marifet kalıcıdır. Evimizin olması değil içinde neler yaşadığımızdır evi kıymetli yapan. Eşimizin, çocuklarımızın, annemizin, babamızın, komşularımızın, arkadaşlarımızın olması değil, birbirimize ne kattığımızdır bizi onlarla ilişkili yapan. Her bitiş, her kapanış elbette canını yakar insanın ama önemli olan geriye baktığımızda bize nelerin kaldığıdır.

Bırakılan bir şehir nasıl anlar bırakmış gidenlere?

Boşaltılan bir evde mutluluklar mı kalmış yoksa hüzünler mi?

Sıcak bir gülümseme mi giden eşin diğerine bıraktığı yoksa öfke dolu zamanlar mı?

Merhamet mi bırakmış bir anne giderken yavrusuna yoksa gazap mı?

Bir baba ümit mi yeşertmiş çocuklarının yüreğinde yoksa ümitsizlik mi?

İnsan doğduğu andan itibaren hep kazançlı olmak ister… Kimisi hak ederek, kimisi hak etmeden de olsa başarının peşinden koşar… Ama hayatta asıl mesele hiçbir zaman sadece kazanmak, başarmak değildir... Onları elde ettikten sonra nasıl tepki verdiğin, arkanda güzel izler bırakıp bırakmadığındır asıl önemli olan… Oysa çoğu zaman sadece kazanmanın yeterli olacağını zanneder insan. Hep böyle olacak sanır…

 

Deneyimsel Tasarım Öğretisi geçmiş deneyimlerle yarını şekillendiren bir gerçeklik ilmidir. Bireylerin problemlerini çözmeleri ve hedeflerine ulaşabilmeleri için ihtiyaç duydukları yöntemleri öğretir.

 

Kim Kimdirİlişkide UstalıkBaşarı Psikolojisi programlarıyla mutlu ve başarılı olmak isteyen insanlara stratejiler sunar.

 ===

 

“Milyarlarca insan içinde, “bir” kişinin ne önemi olabilir ki?

 

Bunun cevabını o “bir” kişiye sorun!”

 

Yahya Hamurcu

Yorumlar

Ezgi dedi ki…
Bulunduğumuz sahnelerde iyilikler bırakmak ve oradaki iyiliklerin hakkını verebilmek ne güzel olur.
Adsız dedi ki…
Acı ama gerçek bir yazı olmuş.. Her an her duruma uyum sağlayabilen ve mutlu olmasını bilen insanlar olmak dileğiyle.. kaleminize sağlık..
Işıl Sezer dedi ki…
Hiçbiri öyle değilmiş meğer…

Her şey, gelip geçiciymiş meğer…

Adsız dedi ki…
Çok güzel bir yazı olmuş. Yaraları hala kanayan insanları ne çabuk unuttuk halbuki. Güzel bir hatırlatma oldu👍🏻
Adsız dedi ki…
Herşey hep aynı konforda kalacak zannediyoruz oysa oyalanma vesilesi üç beş pırtıdan ibaret eşya denilen🌱
Zeynep dedi ki…
İnsanın yanılgısı hep olacağını sanmasıdır… Kaleminize sağlık.
Adsız dedi ki…
Ne güzel anlatılmış. Hersey ama her şey geçici. Biz nasıl da kalıcı olmak istiyoruz. Teşekkürler
Buse dedi ki…
Çok güzel çok gerçekçi bir yazı. Arada açıp okumak gerekiyor. İnsan o kadar dalıyor ki dünyaya. İnsan o kadar alışıyor ki o konfora. Hiç biri bizim değilken… Onca şeyi varken o kadar şikayetçi olabiliyor insan… çok yazık hepimiz için. Böylesine büyük bir kaybediş yaşamadan anlasak…
Yeşim G. dedi ki…
''Bir şeyin başı varsa mutlaka sonu da vardır. Gelen her şey gitmek için gelmiştir.'' Çok anlamlı...
Selda Taş dedi ki…
Çok samimi bir yazı okudum ellerinize sağlık 💐
Adsız dedi ki…
Çok güzel yazılmış, kaleminize sağlık :)
Hatice dedi ki…
Çok güzel bir yazı emeğinize sağlık. Önemli olan soyutluk.Somutluk gider soyutluk kalır. Her şey elimizden gider orda verdiğimiz tepki önemli. Rabbim bize doğru tepkiler vermeyi nasip etsin.