Semra; iki katlı, cumbalı, ahşap bir evde doğmuştu. Evleri sahilden iki
sokak yukarıdaydı. Kadim şehrin son ahşap yapılarından biriydi. Farklı
kültürden insanların bir araya geldiği bir mahalledeydi. Komşuluk bağlarının
sıkı olduğu, çocukların kapı önlerinde oyun oynayabildiği bir dönemdi. Semra,
üç çocuklu bir ailenin en büyüğü ve tek kızıydı.
Akşamları, iş dönüşü babasını kapıda karşılayan sevimli bir kız çocuğuydu.
Komşuların, mahalle esnafının bile gözbebeğiydi. Semra’nın gözdesi ise canı
gibi sevdiği babasıydı. Babası gelmeden yemekler yapılmış ve masa hazırlanmış
olurdu. Her akşam aynı saatte yenilen yemekler ve ardından içilen tavşankanı
çaylar… Hiç şaşmayan bir düzenleri vardı. Evlerinde sık sık yatılı misafirleri olurdu.
Yaz gelince hafta sonları kalabalık piknikler yapılırdı.
Devlet hastanesine çok yakındı evleri. Hastaneye gelen akrabalar, doğumu
bekleyen eşler aynı adreste buluşurlardı. Memleketten gelen akrabaların
misafirlik imkanı bulduğu bir yuvaydı. İki göz oda olmasına rağmen hiç şikayet
edilmezdi gelenlerden. Allah ne verdiyse yenilir, içilir, bol muhabbet edilirdi.
Semra babasına hayranlık duyar, gözünün içine bakardı. Çayı bitse hemen
doldurur, yorgun ayaklarına sıcak su hazırlardı. Babası bazen gece vardiyasında
çalışırdı. Semra hiç üşenmez babasını uğurlamak için sıcacık yatağından
kalkardı. Kuralları çok net ama sevgi dolu bir adamdı. Köyünden erken yaşlarda
İstanbul’a gelmişti. Köydeki ailesine destek için çalışmış, onlara maddi manevi
destek sağlamıştı. Çocuklarının şehirde yetiştiğini göz ardı etmemişti.
İhtiyaçlarını karşılamaya gayret ederdi. Diğer çocuklardan eksikleri kalmasın
isterdi. Hatta bir keresinde sinemaya bile gitmişlerdi.
Babası her akşam yatmadan günlük kazancını sayardı. Semra ne zaman “İşler
nasıldı babacığım?” diye sorsa aldığı cevap hep aynı olurdu: “Allah
bereket versin.” Şikayet ettiğine
hiç şahit olmamıştı. Çocuklarına ahlaki değerleri yaşayarak öğretirdi.
Bakkaldan alınan sütün şişesi hemen geri verilirdi. Komşuların evindeki huzursuzluk
dışarı taşsa, seyretmelerine izin vermezdi. “Siz aynı durumda olsanız, size
bakılmasını ister miydiniz?” derdi. Seçimlerine karışmazdı ama desteğini de
esirgemezdi. Sadece olumlu yönleri yoktu
elbette. Kuralları çiğnendiğinde oldukça sert tepki verebiliyordu babası. Bir
keresinde erkek kardeşi hava kararmasına rağmen eve gelmemişti. Sekiz, dokuz
yaşlarındaydı. Kaybolduğu düşünülmüştü, tüm mahalle aramak için seferber
olmuştu. Nihayetinde eve geri gelmişti gelmesine ama babasının öfkesinden nasibini
almıştı. Semra babasını bu kadar öfkeli bir vaziyette görmek istemezdi. Sevgisinden
hata yapmak istemez, babasının gözünün içine bakardı. Onun sevgisini kaybetmeyi
göze alamazdı. Kırılgandı, seslerin yükselmesi onu çok rahatsız ederdi.
Elbette mükemmel, hatasız, kusursuz insan ya da aile yoktu. Her ailede
olduğu gibi Semra’nın ailesinde de sıkıntılı dönemler olmuştu. Maddi zorluklar,
hastalıklar bazen de aile arasında olan huzursuzluklar... O zamanlar
çocuklardan saklanmazdı hiçbir şey. Zorluk ve mücadeleye dahil edilirlerdi.
Destek olma görevinden ailede herkes payını alırdı.
Semra, şimdilerde tüm hayat tecrübesiyle geriye bakıyordu. Hayatın ona
sunduğu her şey ne kadar da anlamlıydı. Çocukluğunda ailesinden öğrendiği
erdem, paylaşma duygusu çok kıymetliydi. Anne babası hayattaydı çok şükür ama yaşlanmışlardı.
Bazen eksik kalan yönleri için onları suçlayabiliyordu. Hatta ona iyi gelmediklerini
bile düşündüğü anlar olmuştu.
İnsan adaletli algılamayınca ne kadar zalim olabiliyordu.
Yaşadığı sıkıntıların sorumlusunu başka yerlerde arayabiliyordu. Oysa babasından
aldığı erdemli davranışları çoktu. Misafirperverlik, teşekkürlü olma hali ve
özellikle dürüstlük Semra’ya babasının armağanıydı.
Bir zamanlar hayran olduğu babasına şimdilerde merhametle bakabiliyordu. Çektiği
tüm zorluklara rağmen verdiği mücadele ne kadar kıymetliydi. Köyden gelirken
tek imkanı cep harçlığıydı. Tek başına doğru yoldan ayrılmadan neler
başarmıştı. Tüm bu duygu ve düşüncelerle Semra babasına sarılıp helallik
istemişti. Ayrıca hayattayken elini öperek ona öğrettiği tüm güzel davranışlar
için teşekkür etmişti. “Bugünümde ne kadar çok emeğin var. İyi ki varsın babacığım!...”
diyebilmişti…
Deneyimsel Tasarım Öğretisi der ki: “Geçmişini doğru algılayan geleceğini doğru tasarlar.” Yeter ki adaletli bir algıyla geçmişini irdeleyebilsin.
Çocukluk yılları bir insanın fikir yapısının oluştuğu yıllardır. İnanç
sisteminin şekillendiği, öğrenmenin yoğun olduğu bir dönemdir. Anne baba da
olsa insan eksiğiyle insandır. Kendinde olmayanı başkasına verebilen yoktur bu
hayatta. Veremediklerinden dolayı suçlamak değil, neye rağmen neyi verdiklerine
bakabilmek; bugüne gelmemizdeki emekleri için teşekkür edebilmek gerekir.
Eli öpülesi babalarımıza sevgiyle yaklaşabilmek dileğiyle…
===
Deneyimsel Tasarım Öğretisi geçmiş deneyimlerle yarını şekillendiren bir gerçeklik ilmidir. Bireylerin problemlerini çözmeleri ve hedeflerine ulaşabilmeleri için ihtiyaç duydukları yöntemleri öğretir.
“Kim Kimdir”, “İlişkide Ustalık”, “Başarı Psikolojisi” programlarıyla mutlu ve başarılı olmak isteyen insanlara stratejiler sunar.
===
“Milyarlarca insan içinde, “bir” kişinin ne önemi olabilir ki?
Bunun cevabını o “bir” kişiye sorun!”
Yahya Hamurcu
Yorumlar
Adaletli algılayıp , adaletli davrananlardan oluruz inşAllah…