Ozan’ın lise son sınıfta girdiği üniversite sınavı başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Buna sebep olarak da derslerin ve okulun çok ağır, yorucu olduğunu söylemişti. Annesi Ozan’a bir şey demese de aynı yaştaki komşu çocuğu Ferhat’ın tıp kazanmış olması takılmıştı kafasına. Okul ve dersler bu kadar zorluyorsa Ferhat tıbbı nasıl kazanmıştı? Hele geçen gün gazetede okuduğu haber… Bir kız çocuğu dağlarda çobanlık yaparken arada çözdüğü sorularla 500 tam puan almıştı. “Evde vaktim yok, çünkü hayvanları otlattıktan sonra evde kardeşlerime bakıyorum, yemek yapıyorum” diyordu. Tek çalışabildiği zaman hayvanların otlarken ki zaman... “Ne çocuklar var” diye düşündü.
- Ahh Ozan! Neyini eksik ettik ki?
“Acaba bu IQ ile ilgili bir şey
mi?” dedi kendi kendine. “Belki o çocukların IQ’su yüksektir.” Sonra aklına birkaç
yıl önce yaşadıkları olay geldi. Babası Ozan’ın notlarının kötü gelmesine çok
kızmış, “Eğer okumayacaksa vakit kaybetmeyelim, hemen bir işe sokalım” demişti.
Ozan buna çok sinirlenmiş, o sınav haftası odasından çıkmadan ders çalışmıştı.
Ve inanılmaz bir şekilde sınavlarının çoğundan iyi not almıştı. Kendini
ispatlamak için yapmıştı bunu. “Bakın ben istersem başarabilirim. Zekâm ile
ilgili bir sorun yok.” demek istemişti sanki. Çünkü sonrasında yine ders
çalışmayı bırakmış, daha çok arkadaşlarıyla vakit geçirir hale gelmişti. Kalan
zamanlarında da evde bilgisayar oyunları oynuyordu.
Hayatta Şans ve Tesadüf Var mıydı Gerçekten?
Bu gerçekten IQ meselesi miydi? Ya
da insanların bazıları şanslıyken bazıları şanssız mıydı? Ferhat doğuştan
şanslı olduğu için mi ilk senesinde, üstelik lise son sınıfı okurken tıp kazanmıştı?
Ya o çoban kız? Evi çekip çevirip kardeşlerine bakıyor, bir yandan da
hayvanları dağlarda otlatıyor ve o arada bir de sınavda tam puan alıyor. Bir an
aklından o çoban kız geçti. “Ders çalışmak için hayvanları otlatmaya götürmek
zorunda. Ne de çok seviyordur o hayvanları. Onlar olmasa çalışmak için kaçacak
bir aralık bulamazdı herhalde” diye düşündü. Sonra kendi kendine “Yok yok! Bu
şans olamaz. Ferhat misafir geldiğinde bile selam veriyor, sonra odasına geçip
ders çalışıyordu. Hatta öğretmeni “sabah güneş doğmadan uyanıp çalışırsan,
öğrendiklerin kalıcı olur’’ dedi diye karanlığın aydınlıkla buluştu o saatlerde
ders çalışmıştı. Ferhat’ın annesi de “ben hiç ders çalış demem, o zaten girer
çalışır.”, demişti bir keresinde. Bu iş ders çalışmakla ilgiliydi. Zaten hayatta
şans ve tesadüf yoktu. Verilen emekler vardı. Yoksa hayat adaletsiz olmaz
mıydı?
Ferhat da çok imkanlara sahip bir çocuk değildi. Babasını küçükken kaybetmişti. Babadan geriye sadece oturdukları o ev kalmıştı. Babaannesi Ferhat’a bakarken annesi de çalışıp zar zor evi geçindirmeye çalışmıştı. Ozan’ın annesi o an bir şey fark etti: Ferhat ders çalışmasa onun dışında ne yapabilirdi? İmkanları olmadığı için öyle sürekli arkadaşlarıyla gezemezdi. Evde bilgisayarı bile yoktu.. Akıllı olmayan bir telefonu var iletişim kurmak için. Evde hep babaannesi ile kalıyordu... Birlikte eğleneceği bir kardeşi bile yoktu... Üstelik evde kurallar da vardı. Televizyonu kafasına göre açması bile yasaktı. Dışarı çıktıysa kiminle olduğunu söylemeli ve belli bir saatte eve dönmeliydi. Belli bir miktar harçlığı vardı. Hafta sonuna kadar onunla idare etmesi gerekiyordu. Annesi fazla para vermek istemediğini söylemişti bir sohbetlerinde. “Çok para harcamaya alışmasın. Her zaman imkânımız olmayabilir.” demişti. Hatta üniversiteye hazırlandığı süreçte Ferhat bu imkanları kendi kendine daha da azaltmıştı. Daha az arkadaşlarıyla görüşmüş daha az uyumuş daha az boş zaman geçirmişti. Hatta en sevdiği şeylerden biri olan kitap okuma saatlerini bile çok azaltmıştı. Şimdi bu kadar emek verdikten sonra tıbbı kazanması nasıl şans olabilirdi. Bunun IQ ile ne ilgisi olabilirdi?
Ne kadar emek verdin o hedef uğruna?
O zaman tüm bunlar neyle
ilgiliydi? Yani sonuçlar… Kazanımlarımız… Nasıl ulaşıyorduk bunlara. Çoban kızı
düşündü. Belki de kendi için yaptığı tek şey ders çalışmaktı, hayvanlar karnını
doyururken. Oturup manzarayı da izleyebilirdi ama onu zaten hep görüyordu.
Manzaraya karşı bir açlığı yoktu. Ferhat gibi, hayatını kurtarması gerekiyordu.
Arkasında sırtını dayayacak bir babası ya da imkanları yoktu. Yani başka çaresi
yoktu. Hedeflediği şey için çok çalışmalı, doğru sebepleri oluşturmalıydı.
Zaten Deneyimsel Öğreti de ne diyordu: Hiçbir sonuç yoktur ki bir sebebe bağlı
olarak verilmesin insana. İnsan oluşturduğu sebeplerin sonucunu yaşıyordu
gerçekten. Şimdi insan şuna bakmalıydı:
Ben şunu istiyorum, evet. Peki
istediğim şeye ulaşmak için ne yaptım? Ne kadar emek verdim?
Tüm bunlar Ozan’ın hayatında çok eğlendirici, oyalayıcı, haz veren şeylerin olmasından mı kaynaklıydı diye düşündü. Kendini koydu Ozan’ın yerine. Ben genç olsam ve etrafımda eğlenceli bir sürü imkânım olsa… Arkadaşlarım, param, bilgisayarım, bisikletim, patenim, yaptığıma hiç ses çıkarmayıp beni destekleyen bir anne baba. İyi de ben neden ders çalışayım ki o zaman diye düşündü. Belki de imkanları azaltmak, daha sınırlı daha kontrollü vermek gerekiyordu. En azından bu sene. Sınavına odaklanıp ders çalışabilsin diye.
Neydi emek?
Hayat hiçbir şeyi altın tepsi de
sunmuyordu. “Emek olmazsa hiçbir kazandığın senin değildir” der Deneyimsel Tasarım Öğretisi. Emek vermek ne demekti? Ozan nasıl emek verecekti? Sebep oluşturarak; ders
çalışarak. Her zamankinden daha fazla ders çalışarak. İnsan kazanmak istediği
şey için azimli olmalıydı. Azim sabırla bağlantılıdır her zaman. Azimliyse bir
insan sabırlıdır aynı zamanda. Sabrı gitmeye başladığında da kısa yoldan
çabucak hedefe ulaşmaya çalışır, hırslanır. Kestirme yollara girmeye çalışır. İşte
burası insanın yanıldığı yerdir. Çünkü emeğin kestirme yolu yoktur. Kısa yoldan
elde edeceği şeyi kazanç zanneder. Oysa insan oluşturduğu sebeplerin sonucunu
yaşar bu hayatta. Az bir emekle çok büyük bir şey elde ettiğini zannediyorsa
yanılıyordur. Çok yakında kaybettiğini anlayacaktır.
Biraz acı… Ama sadece başında…
İnsanı sebep oluşturmaktan
alıkoyan ise imkanlarıdır. Anda haz aldığı şeyler ona güzel gelir. Ama
Deneyimsel Öğretiden öğrendiğimiz bu bilgi her şeyi değiştiriyordu: Her güzel
şeyin başında acı vardır. Spora başladığımızda bile ilk zamanlar tüm kasları
acımıyor muydu insanın? Okula ilk başladığında hiç okuma yazma öğrenemeyecek
gibi gelmiyor muydu? Üniversiteden sonra ilk işe başladığında ne de çok stres
olmuştu hata yapacağım diye. İnsan daha doğarken rahat doğmuyordu ki. Bebek
kendini iterek zar zor kendini dışarı atmıyor muydu?
Evet! Her güzel şeyin başında bir
miktar acı var ve insan da genellikle bu acıdan kaçar. Buna takılmadan sabırla
sebeplerini oluşturmaya odaklandıktan sonra hangi sonuç verilmezdi ki insana.
Yeter ki sebeplerini oluşturmaya engel olacak, anda haz veren şeylerden bir
süre uzaklaşsın. Açlık, İnsanın hareket
etmesini sağlayan şeydir. Bir ayıyı şehre indiren, gözü açılmamış bir bebeğe
annesinin memesini bulduran, Fırat’a evde, çoban kıza dağda ders çalıştıran açlık. Karnı tok olanın yerinden kıpırdayası gelmez. Ama aç olan nasıl karnını
doyuracağını düşünür, stratejiler bulur.
İşte onu diri tutan, güçlü kılan
şeydir. Sebep oluşturması için harekete geçmesini sağlar. İnsan yeter ki
sebep oluştursun. Oluşturduğu her sebep onu sonuca götürecektir. O zaman biraz
sabır…
===
Deneyimsel Tasarım Öğretisi geçmiş deneyimlerle yarını şekillendiren bir gerçeklik ilmidir. Bireylerin problemlerini çözmeleri ve hedeflerine ulaşabilmeleri için ihtiyaç duydukları yöntemleri öğretir.
“Kim Kimdir”, “İlişkide Ustalık”, “Başarı Psikolojisi” programlarıyla mutlu ve başarılı olmak isteyen insanlara stratejiler sunar.
===
“Milyarlarca insan içinde, “bir” kişinin ne önemi olabilir ki?
Bunun cevabını o “bir” kişiye sorun!”
Yorumlar
Ulaşabileceğimiz hedefimiz için çabayı sabrı mücadeleyi hatırlattığınız İçin teşekkür ederiz.
Elleriniz dert görmesin ☺️🌸
Ellerinize sağlık.. Açlığımızı doğru yerlerde konumlandırmak duası ile..
Ellerinize sağlık 🌿
Çok doğru... ALLAH razı olsun
İnsanın açlığı neredeyse algısı bilinci öğrenmesi de oradadır.
Nereye açlık oluşturup harekete geçtin , asıl mesele açlığının yönünü hedefine hizmet ediyor mu gerçekten ?